Çoğu anne baba, evlat sahibi olduktan sonra başka biri olduğunu, değiştiğini söyler, öyledir de. Çocuğu olan insanlar yaşamlarında yeni bir döneme girerler. Kendilerinden çok evlatlarını düşünmeye ve bir nevi onlar..
Çoğu anne baba, evlat sahibi olduktan sonra başka biri olduğunu, değiştiğini söyler, öyledir de. Çocuğu olan insanlar yaşamlarında yeni bir döneme girerler. Kendilerinden çok evlatlarını düşünmeye ve bir nevi onlar için yaşamaya başlarlar. Çocuğun sorunları, ihtiyaçları, kendi sorunlarının ve ihtiyaçlarının önüne geçer. Evlat sahibi olmanın bilincindeki anne babalar eskisinden daha çok korkarlar dünyadan. Çocuklarını koruyamamaktan, iyi anne baba olamamaktan, onlarda kalıcı hasarlar bırakmaktan… Yaşadığımız dünyanın gittikçe daha güzel bir yer olmadığı gerçeğini de hesaba katarsak bunlar hiç de haksız korkular değildir.
Hiçbir aile çocuğunun kötü bir hayatı olmasını istemez ama farkında olarak ya da olmayarak ona en büyük kötülüğü kendi yapabilir. Bilinçli anne babaların en büyük korkusu budur çünkü kendi ebeveynliklerini sorguladıklarında mutlaka yanlışlar, eksikler bulurlar ve bir çocuğun geriye dönüşü yoktur, çocuk devamlı büyüme ve ilerleme hâlindedir. Aile en iyisini yapmak istese de çoğu zaman en iyisini yapamayacak ya da çabası yeterli gelmeyecektir. İnsan hata yapan bir varlıktır ve kendi çocuğunu büyütürken hata yapması da gayet doğaldır. Bir çocuğa yapılacak en büyük kötülük onu temel sevgiden ve güvenden mahrum bırakmaktır, ona isteği her şeyi alamamak değil ancak burada çoğumuz hataya düşeriz. İmkân eksikliği yüzünden kendini suçlayan pek çok aile vardır, paramız yoktu alamadık, çocuk hep mahrum büyüdü gibi cümleleri çok duyarız hatta o imkânsızlığa rağmen çocuğun kendi çabasıyla bir yerlere gelmesi hem aile hem toplum tarafından takdir edilen bir hâldir ancak bir ailede duyguların paylaşılmaması, sorunların konuşulmaması daha büyük bir sorundur, çok daha kötü olanı ise çocuğun ailesi tarafından yeterince sevilmediğini düşünmesidir. Bu çocuk hayatı boyunca maddi ihtiyaçlarını karşılasa da kendini tam ve mutlu hissetmeyecektir. Bu sebepledir ki bir çocuğun maddi anlamda rahat yaşaması, o çocuğun eksik olmadığı anlamına gelmez. Maddiyat sorunu olmayan bir çocuk yeterince sevilmediğini düşünüyorsa hayatı boyunca maddiyatla tatmin olamayacaktır. Başka bir çocuğun ise istediği arabayı hayatı boyunca alamayacak olması onun ihmal edildiği anlamına gelmez. Sevildiğini ve değerli olduğunu hisseden, ailesiyle iletişimi güçlü bir çocuk hayatında hiçbir zaman sahip olamayacağını bildiği bir arabanın hayaliyle yanıp tutuşmayacaktır.
Bireylerin imkânları doğrultusunda ve bilinçli bir şekilde dünyaya çocuk getirmesi elbette istenilendir ancak bu önkoşul zenginlik değildir. Bir insanı doyumsuz yapan şey, zamanında karşılanmayan temel ihtiyaçlardır. Bir çocuğu kendinden ve dünyadan uzaklaştıran en büyük sebep aile içi iletişimsizliktir. Temel fiziksel ve duygusal ihtiyaçları karşılanan çocuk, kolay kolay pes etmez, hayat karşısında savrulmaz ve sahip olamayacağı şeylerle bu kadar çok ilgilenmez. Sahip olmayacağını bilerek istediği nesne ve ilişkilere yönelmek doyumsuzluğun sonucudur. Bir insanın kendiliğinden doyumsuz biri olması pek olası değildir. Çocukları doyumsuz yapan şey varken verilmeyenlerdir. Yani şunu söylemek istiyorum: Bir çocuk kendine sevgi ve değer verilebilecekken bunun ondan esirgendiğini düşünüyorsa ya da ailenin kendinden başka herhangi birine, nesneye bu ilgi ve değerin verildiğini görüyorsa; aynı şekilde ailenin maddi imkânı olduğu hâlde bu imkân çocuktan esirgeniyorsa çocuk sorunun kendinde olduğunu düşünür. En nihayetinde de şu kanıya varır. Ben değerli ve sevilmeye layık olmadığım için tüm bunlar benden esirgeniyor. Ya değerli ve sevilmeye layık biri olmak için daha fazla çabalamalıyım ya da tamamen vazgeçip kendimi sevilmeyen ve değersiz biri olarak kabul etmeliyim. İki türlü de çocuk eksik kalacak, kendine ve hayata güven duymayacaktır.
Hem olanakları iyi hem de aile içi iletişimin ve sevginin olduğu bir aileye doğmayı herkes ister ama doğduğumuz aileyi tayin eden biz olmadığımız için çocukluğumuz ailemizin bizim için belirlediği yazgıdan ibarettir. Ailemizi biz seçmedik belki ama yeni kurduğumuz aileyi ve dünyaya getirdiğimiz çocukları biz seçiyoruz. Çocuklarımızı hikâyemize dahil etmeden önce kendi hikâyemizdeki memnuniyet düzeyimize bir bakmak lazım. Kendimizi sevemiyor, ilişkimize güvenmiyorsak ya da koşullarımızın bize bile yetmediğini düşünüyorsak bu hikâyeye bir çocuk dahil edebilir miyiz? Sevgimizi, duygularımızı ve imkânlarımızı paylaşmaya ne kadar açığız? Verebileceğimiz neler var sorusuna cevap vermek kolay, önemli olan şu soruya cevap vermek: Gerçekten vermek istiyor muyuz?
Hiçbir çocuk dünyaya büyük beklentilerle gelmez.
Hayattan ve aileden ne bekleyeceklerini onlara biz öğretiriz. Verecek sevgimiz, güvenimiz ve imkânımız var mı? Onlara ne vaat ediyoruz? Yarınsız çocuklar ve yetişmeyen yetişkinler olmasın istiyorsak bu soruya iyi cevap vermemiz gerek. Bugünün çocuğunun yarının yetişkini olacağını hiç unutmadan…
SEVDA ALTINKAYA
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)