Yaklaşık sekiz ay olmuştu babamı görmeyeli. Geçen kış tayini çıktı Anadolu’nun bir köyüne. Başta bizi götürmek, düzenimizi bozmak istemedi babam. Annemin tüm ısrarlarına hatta korkularına rağmen ikna olmadı. Bavulu elinde..
Yaklaşık sekiz ay olmuştu babamı görmeyeli. Geçen kış tayini çıktı Anadolu’nun bir köyüne. Başta bizi götürmek, düzenimizi bozmak istemedi babam. Annemin tüm ısrarlarına hatta korkularına rağmen ikna olmadı. Bavulu elinde evden çıkarken, biz birbirimize sarılıp gözyaşlarıyla uğurladık onu. Kulaktan ne duyarsak ona inanmaktan başka çaremizin olmadığı zamanlardı işte. Üstüne doğru düzgün haber de alamayınca babamdan, annemin endişeleri katlanarak artıyor bana belli etmemeye çalışsa da hissedebiliyordum. Yazdığına cevap beklerken, insan sorduğu soruyu unutuyordu sahi. Öyle uzun sürerdi bir mektubun gelişi. Çocukluğumun o günleri, pencere önünde postacı beklemekle geçti. Nihayetinde bir gün babam çıkageldi. Artık ne postacıyla işim kalmıştı ne mektuplarla. Korkuyu annemin orkideli saksılarına gömmüştük. Babam gelmişti. Bizi de köye götürmek, bozmadığını sandığı düzenimizi, yeniden kurmak için.
İşte benim Anadolu’ya gelişim, bozkırı sevişim hatta Derviş İsmail’i dost edinişim böyle başladı. Karlı bir İstanbul sabahına veda ederek..
Okulun beş senede bittiği; bitince oğlanların tarla tapan, ahır hayvan düzenine geçtiği, kızların ev işlerine girişip kardeşlerinin altını bezlemeyi öncelediği yıllardı. Beş sene dediğime bakmayın; en iyi ihtimalle, beş sene okurdu çocuklar. Fazlası fazla gelirdi. Bağ bahçe beklemez, her gün günlükçü tutmayla iş bitmez; kalabalık desen evden hiç eksilmezdi. Hal böyle olunca üçgenin iç açıları, ışık kaynağının doğalı yapayı, satır sonuna gelen kelimenin duruşu kimseyi ilgilendirmezdi. Yazı Sümerlerin, para Lidyalıların olur. Herkes cebine girenin, evde bekleyenin derdine düşerdi. Okuma yazmayı öğrensen, para hesabına da az biraz kafa verebilsen yeterdi. Hatta artar bile. Tüm bunları köye varıp eve girince babam sobaya odun atarken anlatmıştı. Biz daha ısınamadan, üstümüzü başımızı çıkaramadan cılız yaşlı bir ses duyuldu bahçe tarafından. “Tarık bey evladım, bacanda duman tütüyor gözün aydın.” *Gerçekten dışarı uzatılmış teneke soba borusundan ince bir duman savrula savrula süzülüyordu. Tüten bir baca kadar hayatı haber veren ne olabilirdi ki?* Haklıydı Fadime Nene; gözümüz aymış, hayatın diri heyecanı her yanımızı sarmıştı. Babam yanımızdayken zaman sanki daha kıymetli akmıştı. Hasretin sona erişi hepimize yetiyor, geride bıraktığımız hiçbir şeyi düşünmeyi tercih etmiyorduk. Bozuk da olsa; düzenin içinde babamın oluşu, endişeye mahal verdirmiyordu. Bu sebeple yeni düzene ayak uydurmakta çok zorlandığımı söyleyemem. Günün çoğu okulda fakat hepsi babamla geçiyordu. Babam; evin az ötesindeki, okula vardığımız çamurlu patikada bırakıyordu babalığını. Tarık Öğretmen oluveriyordu. Sanki bakışları keskinleşiyor, bıyıkları daha sert buruluyordu. Elli yüz adımlık yolda babam başka birine dönüşüyor, o an aramızda serin bir rüzgarın görülmeyen esintisi hissediliyordu. Daha dik yürümeye özen gösteriyor; evdeki çocuk ruhumun üstüne geçirdiğim kesmece delikanlı, diken üstünde gibi yaşıyordu. Herkes kadar benim de öğretmenimdi babam. Üstelik hem babam, hem öğretmenimdi. Yani öğretmenime karşı olası mahcupluğumu anlatacağım bir babam yoktu. Hata yapabilme hakkım daha az, özrün kabul ediliş cezası hep daha şiddetliydi. Köye yerleştiğimizin ikinci haftasında, hemen herkesi tanır hale gelmiştim. Hiçbir çocuğu art arda iki gün okulda göremesem de pek çoğuyla sohbet etmiştim. Ancak biri vardı ki, sınıfın en arka sırasında, en köşe ve kör açısında oturur; sanki görünmez olmayı istediği dualar ederdi. Teneffüslerde hepimiz soba başında ellerimizi ısıtırken o sadece bizi izlerdi. Belki ‘normal’ bir çocuk olsa varlığı bile hissedilmezdi hatta. Sesi çıkmaz, hoca sormadıkça konuşmaz; adı geçen cümleleriyse duymazdan gelmeyi huy halini getirmişti besbelli. Kolay bir hayat geçirmediğini anlamak pek de zor değildi aslında ama bir gün dayanamayıp sormuştum arkadaşlara: Derviş İsmail dediler adına. “El kadar çocuğuz kardeşim biz, nerden geliyor bu dervişlik?” diye soruverdim bu kez. Derdini anlamaya, çare aramaya yemin etmiştim sanki. Bayram atılıverdi birden:“Oğlum görmüyor musun? Kafasında tek tel siyah saçı yok, gözleri desen ne renk belli değil. Besbelli büyülü bu, yaşlanıp yeniden gençleşmiş. Hatta anasının karnından iki kere doğmuş, yetişmiş diyen de var. Gözü tam görmüyor. Gözü görmeyen, ak saçlı çocuk mu olur? İhtiyarın teki işte. Bunun lakabı da çoktur aslında ama bakma bu seferlik Derviş diye çıktı ağzımdan. Belki de yüzünde çıkacak uzun beyaz sakalı düşünüyordur ne bileceksin? Bakarsın sabaha çıkar, köşesine geçer sakalını sıvazlar. Şaşırmam. Derviş işte. Bana bak sakın dediklerimi kulak ardı etme. Gözlerine bakma, bakışlarına denk gelme; taş kesilirsin maazallah, baban bile çözdüremez elini kolunu. Emmim dediydi, bunun dedesi de böyle ‘tövbe estağfurullah’ cinli perili bir şeymiş. Çarpıldılar mı artık neyse. Bırak uzak kalsın belasını bizden bulmasın, yanaşma yanına.” Bayram anlattı anlatmasına ama eli ayağı buz kesti. Kaç kere ‘estağfurullah’ dedi sayamadım. İşin aslı; ne büyüydü ne peri. Albino hastasıydı Derviş İsmail dedikleri. Eli, yüzü, minnacık bedeni; yüreği kadar beyaz, lekesiz, günahsız ve sadece bir çocuktu İsmail. Daha önce birden fazla doğmamış, hiç ihtiyar olmamış, hayatı bizim kadar keskin göremese de acımasızlıkla hepimizden erken tanışmıştı. Hiç arkadaşlarıyla oynamamış , alay edilmek dışında hiçbir muhabbetle anılmamıştı. Zamanla anladım adı geçen cümleleri duymazdan gelmeyi huy edinişinin nedenini. Görünmek istemiyordu, çünkü gözler yalnız ona iğnelemek için dönüyordu. Sessizlik, yalnızlık, kuytu köşeler, insansız medreselerdi onun dilinden anlayan. Kuşlar, kelebekler, bembeyazlığının aksine kapkara böceklerdi; ürkmeden İsmail’e dokunan. Derin, kıvamlı, yüzeye çıkmayan bir hüzündü onunki. Hırka gibi bürünülen, imaen hüzün. Tarık öğretmen ve benim tüm köye doğrusunu anlattığımız, ehlinden duysunlar diye şehirden doktor taşıdığımız günlerden elimize geçen tek şey: babamın başka bir köye sürüldüğü haberiydi. Huzuru bozmuşuz. İsmail’in laneti bize de geçmiş(!) Biz yeniden bavulları topladık başka diyarların yoluna düştük fakat İsmail orada kaldı. Ne elinden tutan oldu ne yolunu aydınlatan. En nihayetinde hepimiz kader dedik ama onu görmezden geldik. İşte benim Anadolu’dan gidişim, Derviş İsmail’i hep yanımda götürüşüm böyle başladı. Ve fakat İsmail, Allah’tan gelen her yaraya gönlünü razı etti. Nefes alabildiğine şükretti. ‘Sınavımdır.’ dedi sabretti. Bembeyaz geldiği dünyayı, isine pasına bulaşmadan terk etti. Bir derviş gibiydi.
// Kıssadan hissemize. Ey dost; Yunus der ki: “Yaratılanı hoş gör. Yaratandan ötürü.”
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)